Ali Çolak
İzmir…1989 baharı… Bir Cuma sonrası, Şehirleri Süsleyen Yolcu‘nun yazarıyla tanışıyoruz: Sadık Yalsızuçanlar… Tanıyınca, bu yolcunun kendisinden başkası olmadığını görüyorsunuz. Zarif, mütevazı, şiir gibi bir insan. Farklı, apaydınlık, küçük fakat esrarlı hikâyelerin sahibi. Şahsiyetiyle eserin bu derece aynileşmesi şaşırtıyor insanı.
O sıralar Kırkikindi’yi çıkarıyorduk. Birkaç yıl süren sessizliğini bozmuş, bize üç hikâyesini vermişti. Ne kadar sevinmiştik! Dilin üzerine konulunca eriyip gidiveren pamuk şekerlerine benziyordu bunlar. Defalarca aynı tadı alarak okumuştuk. Önce isimleri vurmuştu bizi: Mercan Gören Ses, Gidiyorsun Madem Çiçek Olarak Git, Gönlümün Gözü İçinde Seni İnsan Yazıyor… Zengin, ışıltılı bir dil, bir görünüp bir kaybolan, günahlara bata çıka ışığı arayan, naif kahramanlar vardı bu hikâyelerde…
Şimdi, Şehirleri Süsleyen Yolcu‘dan yedi yıl sonra Gerçeği İnciten Papağan’la okuyucusuna dönüyor Yalsızuçanlar. Benim gibi, bu kitabı bekleyenlerin olduğunu sanıyorum. Sadık Yalsızuçanlar, nerelere geldi, hikâyede neler yapmak istiyordu, neler yapabilirdi, sorularına cevap arayanlar, Gerçeği İnciten Papağan‘da daha bir sorgulayıcı, daha sembolik, yoğun ve hikmetli hikâyelerle karşılaşacaklar. Eski hikâyeleri de ihtiva eden bu eserle okuyucu, sanatçının uzun bir sürece yayılan verimlerini bir arada görüp değerlendirme imkânı bulacak.
Gerçeği İnciten Papağan‘ı bir solukta okudum. Onaltı hikâye var kitapta. Bunlara alışılmış anlamda hikâye demek zor. Bir şiir, bazen mensure yahut deneme. Batılıların bilinçakımı dedikleri tarzı hatırlatan metinler bunlar. Daha doğrusu, bir Sadık Yalsızuçanlar hikâyesi. İlk kitapta da dikkati çeken özellikti bu. Yazar, ucu-başı belli olaylar anlatmıyor bize, klasik anlamda bir olayı hikâye etmiyor. Kanlı canlı, dört başı mamur hikâye kahramanları çıkarmıyor karşımıza. Bunun sebebi, sanatçının hikâyeye yüklediği anlamda yatıyor: “Yazıyla ciddi anlamda temas kurduğumdan beri, olayları hikâyelemekten değil, olayın atmosferini yazmaktan yana oldum. Sanırım benim tarzım bu. Başka türlü, yani olayı nakleder gibi, fotoğraf çeker gibi, fotokopi yapar gibi anlatmak hiç de çekici ve anlamlı gelmiyor.” Diyor sanatçı. Sanatın gerçeğini üstün tutuyor. Sadık Yalsızuçanlar, sanatında sadece kendisinin geçebileceği dar bir yol kurmuş. Nedir bu dar yolun hususiyetleri? Yalsızuçanlar hikâyeciliğinin dokusu, besin kaynağı nedir?
Bu soruların cevabını, Rasim Özdenören’in, Ruhun Malzemeleri adlı eserindeki sanatçının tavrı ile ilgili yargılarında doğru olur. Gerçeği İnciten Papağan’ın yazarı, hayata Müslüman bakış açısıyla yaklaşıyor. Dünya, insan, kader, nefis, hayır, şer, aşk, kadın, İslam inancının ölçüleriyle giriyor sanatçının dünyasına. Ve O, tavrını müslümanca koyuyor. Hikâyelerin biçimini, karakterleri, hep bu müslümanca tavır belirliyor. Belli başlı bir hayat süreci, kanlı canlı kahramanların bulunmayışı da, bu bakış açısıyla açıklanırsa anlam kazanır sanırım. Sanatçı, hikâye anlatmıyor, temsil gösteriyor. Bir başka deyişle hikâyelere temsil karakteri yansıyor.
Yalsızuçanlar hikâyesinin en karakteristik özelliği, Risale-i Nur gibi bir kaynağa sahip oluşudur. Hiç kimsenin sahip olmadığı orijinal ve bakir bir kaynaktır bu. Bu kaynak, hem anlatım özelliği bakımından sanatçıya estetik bir tercih oluyo, hem de semboller, rümuzlar, hakikat ışıkları, temsiller, hatta bizzat konu olarak hikâyelere giriyor.
Kitapta birer küçük hikâye olan Ayna, Yıldız Böceği, Yılan ve Kapı gibi parçalar, Risalelerden alınan malzeme ile oluşturulmuş metinler. Risalelerin temsil üzerine kurulmuş anlatımı, Yalsızuçanlar hikâyesine ilham kaynağı oluyor.
Hikâyelerin dili zengin ve hatta çok kesif diyebileceğimiz ölçüde sembollerle yüklü.
Risale kaynağından habersiz bir okuyucu için metinler çok kapalı, anlaşılmaz olma niteliğindedir. Oysa bu kapalılığın içinde zengin ve ışıltılı bir dünya durmaktadır. Bazılarınca bu hikâyeler, Türk hikâyeciliği içinde belli bir yere oturmak, mesela bir Ömer Seyfettin, bir Sait Faik, Sabahattin Ali veya M. Şevket hikâyesinin bir yerlerinde durmamak bakımından tenkid edilebilir. Bu tenkit, cevabını yine eserden alacaktır. Çünkü Şehirleri Süsleyen Yolcu ve Gerçeği İnciten Papağan, kendine ait bir hikâye adı taşımaktadır. Ve yeni, hususi bir ırmaktan beslenerek ortaya çıkmış bir estetik duyarlılığın eseridir.
Yalsızuçanlar, önceki hikâyelerinde ve Gerçeği İnciten Papağan‘da, şiir üslubuyla dikkati çekiyor. Kısa ve yoğun cümleler kuruyor. Birçoğunda kendi başına ele alındığında bir şiirden farklı olmayan cümleler var. Bu, bana, Divan Edebiyatındaki mısra bütünlüğünü ve şairin mısra-ı berceste peşinde koşmasını hatırlatıyor.
Yalsızuçanlar, adeta, berceste cümleler peşinde koşuyor. Düşünceler, bir tek cümlecik, hatta bir kelime ile anlatılıyor. Anlatılmıyor, sezdiriliyor. Sanatçıda tedai vazgeçilmez bir unsur. Tedaisi geniş olan kelimeleri özellikle seçiyor. Okuyucu, tedailerle hikâyenin dünyasına çekiliyor. Zincirleme öykü tekniği denilen geri dönüşler, ileri gidişler, hayal ve hatıralar arasında hakikat sezdirilmeye çalışılıyor. Temsiller, hayaller, hikâyecikler arasından, hakikatin ışıklı yüzü parlayıp çıkıyor. Onaltı hikâye içinde beni en çok ikisi etkiliyor: Gidiyorsun Madem Çiçek Olarak Git ve Mercan Gören Ses. Belki bunlarla olan eski dostluğumuzdandır. Ama şairaneliği ve iç trajedisi iyi bir hikâye tadı bırakıyor bende. Gerçeği İnciten Papağan adlı hikâyede, yaşadığımız son devrin, yerine oturmayan kavramları, karşılık bulmayan sesler, önem çıkan değerler karşısında, insanın trajedisi var. Sürüp gidecek olan bir kargaşanın hikâyesi. Papağanlar, ceylanları avcılara hep ihbar edecektir. Feylesof Sığınağı ise, çakıltaşıyla inciyi takas etmekten çekinmeyen sofestainin eleştirisi. Felsefenin şakirdiyle Kuran şakirdinin hayata bakışı. Müphem Bırakılmış Bir Adamın Ölümü, yine Risale-i Nur sembolleriyle oluşturulmuş bir hikâye. Dünya yokluğu ve ölümlerden bir ölüm. Bir gazeteye verdiği röportajda, bizi sanatın büyüsüne çeken şeyin, “belirsizlik” olduğunu söylüyor Sadık Yalsızuçanlar. Bu belirsizlik, müphemlik, onun hikâyelerinin bütününde hissedilir. Hayat, bir tül perdenin arkasından seslenir bize. Sanatın gerçeği, belki de daha gerçektir. Sadık Yalsızuçanlar, şehirlerde yitip giden insanın hikâyesini yazıyor. Şehir, yani dünya, insanın dünya macerası şeklinde özetleniyor. Haram denizleri, tuzaklar, günübirlik yaşantılar, eğlence, felsefe, sosyoloji, park, kumarhane ve cüzamlılar, verem, karlı yağmurlara karışan kirli şarkılar, danslar… Oysa gökyüzünde hep parlayan bir yıldız vardır. Ve her karanlıktan güneşe giden bir yol.
Sadık Yalsızuçanlar, hakikatin ışıklı yolunu gösteriyor.
Ve insanları, sırlı bir kaynağın kapısına çağırıyor.