Çiler İlhan
Sadık Yalsızuçanlar için bir kelime uydurmak geliyor içimden, el ele oldurduğu iki hali birleştirecek: Mesela “sufar”. Ve bu sûfi-yazar bu kadar çok işi günün hangi saatlerinde yapıyor diye düşünmeden edemiyorum her seferinde: 1986’daki ilk kitabı Şehirleri Süsleyen Yolcu’dan beri öykü, roman, masal, deneme, araştırma, söyleşi, sinema ile rüya arasındaki olgusal ve metafiziksel ilişkileri konu alan Rüya Sineması ya da televizyonun doğasına ilişkin yazılarını topladığı Televizyon ve Kutsal gibi araştırma kitapları, prodüktörlüğünü yaptığı belgeseller, Mem u Zin, Siyasetname gibi yayına hazırladığı doğu klasikleri, düzenli bir iş ve beş çocuk.
Edebi türlere, dilin bildik kullanımına, sözlerin ve görüşlerin kalıplaşıp saflara ayrılmasına, her türden sınıflandırmaya karşı çıkıyor, devamlı. Bazı okurları eski kelimeler yerine yenilerini kullanmasından, mesela “hayal” yerine “düş”, “Allah ondan razı olsun” yerine “Allah ondan hoşnut olsun” demesinden şikâyet ediyor, bazılarıysa günümüzde geçen bir aşk hikâyesinin ilk defa cinsel birleşme yaşayan kahramanına “bu benim ilk günahım” dedirtmesine. Aldırmıyor çünkü aslında işlediği konu ne olursa olsun o hep aynı; Neruda aracılığıyla bize “Acılardan daha büyük bir yer yoktur” diyen.
Bu, gözünü/gönlünü varolana değil de varlığın özüne dikmiş yazarın çok geniş yatay-dikey düş/söz yolculuklarını takip etmek kolay değil çünkü yaşamda acının olduğu her köşeye değiyor kalemi. Bu sebeple, son öykü kitabı Ayan Beyan‘da sevgiliye yazılıyor gibi başlayan bir öykünün tanrıya seslenmesine, hemen sonraki öykünün kedi yakan çocuklardan bahseden bir nevi kötülük manifestosu olmasına, sonra kalabalıklar içinde, kapalı kapılar, kalpler ardındaki yalnız insanın içsel tradejisinden bahsedip yeniden, belki de canı yine yandığı için kendine doğru kıvrılıp “Ben gölgeyim, sen ışıksın. Beni ışığından yaptın. Sonra gölgeye bıraktın” diye şikayet etmesine şaşmamalı.
Ayan Beyan, hemen bir çırpıda okunup sindirilecek bir kitap değil, yazarın diğer kitapları gibi. Ve 108 sayfadan beklenmeyecek kadar değişik kişiler/durumlar barındırdığını, yazarın sizi kitap boyunca devamlı oradan alıp şuraya kondurduğunu, bitince iyice idrak ediyorsunuz. “Yorgun Yankı” isimli öyküsünde birbirlerinde kendi yalnızlıklarını bulan ama aradaki boşluğu nasıl dolduracağını bir türlü bilemeyen bir çiftin, iki kürtaj ve hayal kırıklığıyla biten öyküsü. “Bir Ve Hep”te, çarşıdan aldığı meyveleri takip edip kapısını çaldığı yalnız, yaşlı bir adama bırakıp evine eli boş, kalbi dolu dönen birinin öyküsü. “Ölüye Öykü”de silahları sevmediği için çavuşundan dayak yiyen askerlerin, iki ateş arasında kalanların, kardeşleri gözaltına alınıp dönmeyenlerin, işkenceden sonra intihar edenlerin öyküsü: “Burada herkes çok zordur. Baba zordur, sevda zordur, geçim zordur, jandarma zordur, seni alıp götürürler bir daha haber çıkmaz, imin simin kalmaz, kayıplara karışırsın…” Ve bunca zulümden sonra Yalsızuçanlar’ın hemen bir sonraki öykü “Akıl Dağı”nda yine tanrısına dönmesini kim yadırgayabilir?
“Terk”te ise modern muskaları terk eder isimsiz kahraman; kimlik kartlarını, kredi kartlarını, telefon defterini, senetlerini, vekâletnamelerini… Ve “Onları bıraktıkça kendim kalıyorum. Beni çok artırmış olmalılar. Şimdi azalıyorum…” deyip azaldıkça çoğalır. “S ile fare”de diğerlerinden ayırt etmeden okuyup geçtiğimiz üçüncü sayfa haberlerini, “Sekerat”ta Yeşilçam melodramlarını okur gibi oluruz/başka türlü okuruz, hep o dille: Masalla şiiri, güncelle önceli, beşeriyle ilahiyi, fizikle metafiziği, görünenle görünmeyeni harmanlayan. Seksen dokuzuncu sayfada, “Taştan daha katıyım göğsümü yarmalıyım. Göğsümü yarmalıyım içimdeki ırmağı özgür bırakmalıyım” diyen yazarın içindeki ırmakların söze dönüp de çağıldaması, iyi ki.