Sadık Yalsızuçanlar’ın Profil Yayınları’ndan okura sunulan “İlk Aşk” adlı öykü kitabı irili ufaklı toplam yirmi dokuz öyküden oluşuyor. Yazar, bu eserinde yeni öykülerinin yanı sıra, özellikle önceki eserlerinde de beğeniyle okuduğumuz otobiyografik öykülerinden seçtiklerini de kitaba dâhil etmiş. Yazarın ilk kitabı “Şehirleri Süsleyen yolcu ”da hikâye dili açısından en dokunulabilir formda olan “Riyad” nam öyküsü ile yine belleğimizden silinmeyen sinema tadındaki “Neco” adlı öyküsünü de “İlk Aşk”ta görüyoruz.

1986 yılından bu yana aralıksız yazan ve yazdıklarıyla içimizi aydınlatan yazar, edebiyat dünyasına külliyat çapında eserler kazandırdı. Özellikle altmışlı yıllardan günümüze değin, Kafka, Borges gibi avangart sanatın temsilcilerini okumak ve o rüzgarın esintilerini ürünlerinde hissettirmek çoğu yazar için bir tercih sebebidir. Hafızam beni yanıltmıyorsa Yalsızuçanlar içinde de bir Türk Kafka’sı benzetmesi yapılmıştı. Bu benzetmenin yazarın “Şehirleri süsleyen Yolcu”yu takip eden “Gerçeği İnciten Papağan” ve “Kuş Uykusu” adlı eserlerinde alegorik ve soyut bir öykü dilini tercih etmesinden kaynaklandığı kanaatindeyim. Yazar anılan eserlerinde, kapalı, şiirsel anlatının baskın olduğu üslubun, en ince ve çarpıcı örneklerini vermişti. “Riyad” nam öykü, üslup ve kurgu bakımından diğerlerinden ayrı bir yerde duruyordu. Öykü mekân olarak Malatya’da geçiyor, Kamil baba ve torunu Riyad arasında geçen olaylar bir arınmayla son bulur. Şehir hayatında kirlenen bireyin kutsala evrilen yolculuğu da diyebiliriz Riyad için.  Bu öykü Tarkovsky’i hatırlatır bana. “İnsanlar birbirini çürütüyor, insanlık kokuşmuş durumda…”der. O da sürekli bir kurtuluş arar. Dünyayı Allah’ın yarattığı gibi görmek ister.

Yazarın “İlk Aşk”ta topladığı öykülerin çoğu yer olarak altmışlı yılların Malatya’sında geçiyor. Eserde yazarın aile ve yakın çevresinde yaşanan olayları konu edinen öyküleri görüyoruz. Yazar Öz yaşam öyküsünü anlatırken ya da çeşitli vesilelerle vermiş olduğu mülakatlarda bu öykülerden sıklıkla bahseder. Anlatımlarında da bu vardır; çocukluğuna ve ilk gençlik yıllarına dönerek okuruna bir nostalji de yaşatır. Kendi deyimiyle; geçmişe dönmek, yaşanan acıları yazmak, aynı zamanda kendini onarma biçimi olarak tezahür eder. İlk Aşk’ı okurken siyah beyaz bir albümü karıştırdığınızı hissedersiniz. Anlatıcı eşliğinde albümdeki fotoğraflara bakarken, donmuş anlar hemen canlanıverir gözünüzün önünde.

Sinema, yazar için büyülü bir dünyadır. Pınar Sineması anılarını yazarı tanıyıp da bilmeyen yoktur. O günlerin anılarını yazardan dinlemek de okumak da doyumsuzdur. Tüm hikâye belki de şu cümlelerde gizlidir: “Perdede gördüklerime ve dinlediklerime, gerçek hayattan daha çok inandım. Gerçeğin orada anlatılan biçimine daha çok kandım.” Hep bir çocuk durur karşımızda. Gönül ehli bir dedenin kucağında oturur bu çocuk. Dedenin ve babaannenin namaz sonrası yaptıkları zikri seyreder, sofralarından hiç eksik olmaz. Babasının işlettiği sinemada gazoz satar, aynı filmi defalarca usanmadan seyreder, annesiyle kadınlar hamamına gider, değirmende sabaha kadar babasının kucağında oturup, dönen taşı seyreder. Hep seyir halindedir. Sanat da bir keşif değil midir?  Usta da öyle yapıyor; seyrettiklerini, keşfettiklerini doyumsuz bir dille anlatıyor; biz de okuyoruz.