Seksenli yılların ilk yarısında “İslamcı” ya da “İslamî edebiyat” söz grubu pek revaçtaydı. Birçok dergi sık sık böylesi dosyalar yapar, oturumlar düzenler, söyleşiler gerçekleştirirdi. “İslamcı edebiyat” kavramlaştırması, örneğin Diriliş, Edebiyat, Mavera, Dergâh, Aylık Dergi, Yedi İklim gibi dergilerde edebi verimlerini yayımlayan, edebiyatın özgül doğasını ve dilini fazlasıyla önemseyenlerce pek benimsenmedi. İslamı daha çok, siyasal muhalefet içinden kavrayanlarca rahatlıkla kabullenilen bu tabir, giderek “Müslüman-mütedeyyin”ler arasında bir zihinsel ayrışmaya da yol açtı.
Edebiyatın “İslamcı” olup olmaması bir yana, “İslamî” olup olamayacağına ilişkin daha sarih görüşler taşıyan yazarlar arasında bile bu konuda bir görüş birliğinden söz etmek güçtür. “Türk modernleşmesi”nin olgunlaştığı dönemde belirginleşen bu kaotik durum esasen, sanatın doğasındaki, “devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” ilkesini fark etmişlerce nispeten dindirilmişti.
Özellikle Sezai Karakoç, şiiri, tıpkı Goethe, Hölderlin, Rilke; daha sahih bir yaklaşımla söylersek, Yunus Emre, Mevlana ve Niyâzî Mısrî gibi yeniden fizik-metafizik ayrımının ortadan kalktığı bir düşünüş ve duyuş evrenine çekmişti. İzleyen dönemde Nuri Pakdil, daha köktenci bir biçimde, modern edebiyat dilimizin üzerindeki teolojik ve seküler tozları silkeledi ve bir kireçlenme yaşamış olan dili yeniledi. “Yedi güzel adam”ın yeni bir edayla ve sesle edebiyatımıza yeni bir iklim getirmesi, modern algıya geleneksel/irfanî özü aktarması bir adım daha ileri taşıdı sorunu. Dergâh dergisi Tanzimat’la birlikte geleneksel yapısından ve dilinden uzaklaşmış olan “İslamî” edebiyatı, “bu topraklar”a özgü renkleriyle yeniden üretmeye çalıştı. Burada anamadığım pek çok kişi ve kümenin de bugün, “yerli”, “İslamî”, “İslamcı” vb. duyarlıktaki edebiyat birikiminde katkısı vardır. Bu katkı, Tanpınar’ın başlığa aldığım belirlemesiyle, “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek”tedir.
Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim içinde “İslamcı” ya da “muhafazakâr” edebiyatın nasıl yer aldığı ve nasıl bir değişim yaşadığı sorununu daha sağlıklı tartışabilmek için Tanpınar’ın bu belirlemesini de aşacak biçimde geleneğe bakmak gerekebilir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın, “Beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka” biçiminde bir belirlemesi olduğunu biliyoruz. Bu, bize Yunus Emre’nin, “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” dizesini hatırlatıyor. Mevlana Celaleddin Rumî’nin, “Her gün bir yerden kalkmak ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel. Dün dünle birlikte gitti cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım” dizeleri de aynı sırrı söyler. Yunus’un izine basarak yürüyen bir başka dil ustası, Niyâzî Mısrî, “Yıkıldı kal’a-ı fikrim/Yapıldı din ü imanım” der. Bir tür yapısöküm. Bilgeler, kişisel algıyı tanrısal algıya dönüştürür. Mısrî, aslında “din diyanet adet ü şöhret kamusın verdik yele/Ey Niyazî noldu böyle kayd-ı dindar kalmadı” derken de hayatın değişmeyen ilkesinin değişmenin kendisi olduğunu îma etmektedir. Bütün bunların İlahî bir alıntı/gönderme alanı vardır: “Allah, her an, yeni bir işleyiştedir.” Gelenekteki bu devingenlik ve sürekli yenilenirlik, modern zamanlara gelindiğinde, yerini yaygın olarak, inanılan değerleri “muhafaza”ya bırakır.
Modern Türk edebiyatında İslamî edebiyat dendiğinde neden daha çok, bazı şeyleri koruma tutumu akla gelmektedir?
Bu sorunun cevabı, Türk modernleşmesinin kalbindeki krizde de aranmalıdır. Bu krizi bizatihi kendisinde yaşayanlar arasında Yahya Kemal, Tanpınar, Oğuz Atay, hatta Necip Fazıl anılmalıdır.
Bizim modernleşme maceramız, Yahya Kemal’in, “Derler ki insanda derin bir yaradır köksüzlük” dizesinde belirginleşir. Çünkü düşüncede süreklilik esastır. Bu süreklilik muhafazakârlık biçiminde algılandığı zaman sorun başlar. T.S. Eliot’ın, “Gelenek ve Şair” yazısında bu soruna ilişkin zihin ve ufuk açıcı belirlemeler bulabiliyoruz. Bizde Batı’daki gibi, düşüncede bir tür kesintisizlik söz konusu olamamıştır. Modern dönemde beliren bilinçteki yarılma, edebiyatın da kendi aslî yatağında özgül ilkeleriyle akışını engellemiştir. Tutucu, koruyucu eğilimler daima edebiyatımızın “İslamcı” kanadında kendini gösterebilmiştir. Haksızlık etmeyelim. İslamı evrensel bir hidayet çağrısı olarak benimseyen birçok büyük yazar, modern Türk edebiyatında aynı zamanda değişimin de öncüsü olmuştur. Yukarıda andığım isim ve çevreler, modern Türk edebiyatının muhafazakâr kanadını değil, aksine, değişimci ve dinamik yönünü temsil ederler. Şiirde Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu bu temsilin iki değerli adı olarak öne çıkar. Bu birikime yol açıcı olarak bir tür öncülük etmiş olan Necip Fazıl, şiirde heceyi kullanma ısrarı dışında –kaldı ki heceyi kentlileştirmiştir– daha çok, Yunus Emre’nin, “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” ilkesiyle anlamlanabilir. Dile daha köktenci bir müdahalede bulunan Nuri Pakdil ise tam bir ileri karakol gibidir. Mavera grubunun hâlâ yazmayı sürdüren son derece değerli adı Rasim Özdenören’in öykümüzdeki yeri, bize “İslamî” veya “İslamcı” sanatın bazı klişe ve ezberlere kurban edilemeyecek denli zengin bir gönderme alanı olduğunu gösterir. Özdenören, İslamî duyarlığı olan sanatçılar arasında belki de değişerek devam edenlerin en canlı örneğidir.
Buraya kadar her şey güzel. Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım.
Türk modernleşmesinin, özellikle Cumhuriyet modernleşmesi faslında, toplumun kendi iç dinamikleriyle uyumsuz yanları bir krize yol açtı. Modernleşmeyi daha çok, Batılaşma biçiminde algılayan uygulamalar, kimi “inançlı” yazarlarda geleneğin içerdiği “malzeme”yi koruma eğilimini güçlendirdi. DP döneminin getirdiği görece özgürlük ortamında uç vermeye başlayan kimi yazarlar, özellikle 1970’li yıllara gelindiğinde, inandıkları değerleri “muhafaza” etmek için öyküler, şiirler, romanlar, piyesler ve senaryolar yazmaya başladı. Arif Nihat Asya, Peyami Safa ve Osman Yüksel Sendengeçti gibi aynı “estetik kulvar”da görülemeyecekleri anmak gerekir. Ama bu süreci temsil eden iki önemli örnek, Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı’dır. Prof. Dr. Şerif Mardin’in, edebi niteliklerinden çok, sosyolojik değeriyle andığı Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah adlı romanı, dinî inançları yüzünden baskılanmış ve horlanmışların “edebî bir isyanı” biçiminde belirdi. 1970’li yılların ilk yarısında edebi ortama değil, toplumsal kültür ortamına düşen bu göktaşı neyin nesiydi? Minyeli Abdullah, edebî nitelikleri bakımından değil, inancı yüzünden acı çekmişlerin sesi olması ve yangından mal kaçırır, yanan evin çeyiz sandığını apar topar dışarı çıkarır gibi yazılmıştı. Roman bize, İslamcı veya muhafazakâr edebiyata ilişkin de oldukça kullanışlı malzemeler sunuyordu. Yazarın derdi zaten “edebiyat” değildi. Edebiyatın etkin bir dil olduğu yargısından hareketle bir yandan bu etkin dili kullanarak siyasal ve kültürel seçkinlere, yani modernleştiricilere bir “mesaj” veriliyor, bir yandan da “bu yaka”nın okuyabileceği, “öteki yaka”nın zehirleyici etkisini giderebilecek bir örnek sunulmuş oluyordu. Minyeli Abdullah, altmışlı yılların ikinci yarısında siyasal örgütlenmesini hayli ilerletmiş olan “İslamcı” kadronun kültürel ve psiko-sosyal yapısıyla örtüşen bir dil ve içerikteydi. Tam da burada, “İslamcı” siyasetin temel bir sorununu işaretleyebiliriz. Bu kadrolar, sürekli atıfta bulundukları Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu gibi “değişim”ci, dinamik ve derin bir algıya sahip değillerdi. Onların “muhafazakâr” yönleri daha baskındı. Modern Türk edebiyatında daha muhafazakâr eğilimler, aslında “İslamcı” diye nitelenen yazarlarda görülmüyordu. Belki “sağcı-milliyetçi-muhafazakâr” diye nitelenen yazarların ortak ve baskın karakteri korumacılık ve tutuculuktu. Değerlerin korunmaya gereksinim duyduğuna inanıyorlardı. Siyasal elitlerin de örtüştüğü bu tutum, Türk edebiyatında İslamî duyarlığı olan yazarların ayrı bir vadide yürümelerini de kısmen besledi. Sesine fazla yankı bulamayan kimi yazarlar, kendi kozalarında kalmayı yeğledi. Minyeli Abdullah gibi ilginç bir başka örnek, Şule Yüksel Şenler’in kült “roman”ı Huzur Sokağı oldu. Şimdilerde bir televizyon dizisi uyarlaması da yayınlanan Huzur Sokağı, Yücel Çakmaklı gibi, yine geleneksel/dinî değerleri koruma ve film ortamına yansıtmayı amaçlayan yönetmenleri de hareketlendirmişti. Huzur Sokağı da Minyeli Abdullah gibi, romanın estetik kurallarını ve isterlerini öncelemiyordu. Şenler’in de asıl derdi, roman yazmak değil, roman gibi modern toplumların sosyolojisinde etkin bir iletişim ortamı olan dil üzerinden “mesaj” vermekti. Nasıl söylendiği değil, ne söylendiği önemliydi. Roman adıyla bile bir “mesaj” veriyordu. Bu iki örnek bize, modern Türk edebiyatında “İslamcı-muhafazakâr” tutumun karakteristiğini yeterince yansıtabilmektedir. Yine belirli bir çevrede oldukça ilgi gören ve “çok satan” Ahmet Günbay Yıldız romanları da “İslamcı-muhafazakâr” çizginin zengin örneklerindendir.
Modern edebiyat ortamımız, bugün gelinen noktada artık, bu öngörü ve yorumları yanlışlayan, bizi alabildiğine şaşırtan örneklere tanık oluyor. İslamî duyarlığı baskın olan yazarlar arasında modern Türk edebiyatının diline ve dünyasına katkıda bulunan “genç” yazarlar bulunuyor. Bunlar artık, geleneksel değerleri “koruma” refleksiyle hareket etmiyorlar. Belki gelenekteki gibi, Eşrefoğlu Rumî’nin ifadesiyle, “kendi derdin söylüyor, gayrı hikayet etmiyorlar”lar. Başta şiir olmak üzere, kişisel bir dil olan öykü, roman ve diğer alanlarda gürbüz örnekler beliriyor. Yargılamaktan çok, anlamaya çalışan bir dil belirginleşiyor. Edebiyatta eserin kuraldan önce geldiği daha çok fark ediliyor. Yine edebiyatın daha zengin, daha incelmiş, daha çağrışımlı, daha diyalojik, daha empatik, daha soyut, daha insanî bir dil olduğuna ilişkin kanaat, İslamî duyarlığı baskın olanlar nezdinde güçleniyor, yaygınlaşıyor. Bu tutumun derinleşeceğini sanıyorum. Muhafazakârlıkla geleneğin karıştırıldığı kaotik bir süreçten de geçiyoruz. Gelenek, Mısrî’nin dediği gibi, “Yıkıldı kal’a-ı fikrim, yapıldı din ü imanım”da ifadesini bulan bir tür yapısökümcü ıraya sahipti. Muhafazakârlar ise edebiyatın öncelikle ve özellikle önyargıları kırma sanatı olduğunun farkında değil. Onlar hâlâ Mevlana Mevlana demekle birlikte, “dünün dünle birlikte gittiğinin” ayırdında değiller. Oysa bu varlık âlemi her an yeniden yıkılıyor, yeniden yapılıyor… Hacı Bayram bunu pek güzel ifade ediyor: “Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde / Bakıcak didar görünür o şarın kenaresinde / Nagehan bir şara vardım ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde.”