Arif Kızılay

“Sonsuzluğun bir vaktinde anılan bir şey değildim.
Benim öyküm böyle başladı.
O zamanlar henüz üzüm yaratılmamıştı ama ben sarhoştum.
O zamanlar diyorum ya, zaman bir andı.
Anın sonsuz bölünebilir olduğunu bilmiyordum o zamanlar.
İzlediğim yıldızın sıra dışı hareketlerinden ötürü rasathanede geçirdiğim bir gece beni yalnız bırakmayan bir dostum söyledi. Ona haberci diyorum. Yıldız gibi. Bu bir haberdi benim için.
Oysa o şarabın etkisiyle sarhoş olmadım ben. O şarabı hiç ağzıma sürmedim. Onun tadını bilmem. Kırmızı, beyaz, pembe, kızıl, eski, yeni, ne zaman, nasıl yapılırsa yapılsın, nasıl içilirse içilsin hiçbir şarapta benim bir izim bir gölgem yok.
Ama herkes beni anıyor şarap denince.
Şarabı sarhoş edici bir içki olarak hiç tatmadım.
Ama sarhoşluğum hep arttı. Öyle ki bir an geldi, ne kendimi ne gayrı bilemedim.
Kendimi tümüyle aradan kaldırdığım an artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı.
Şeylerin kendi başına bir anlam ifade etmediğini anladığım andı o.
Ama bunu anlayacak, anlamanın keyfini çıkaracak idrakim de kalmadı.
Algımı tümüyle yitirmiştim.
Bir sınır vardı önce.
Onu hep görürdüm. Kimileyin genişlerdi, büyürdü.
Bakardım orada sınır bekçileri görürdüm. O bekçileri bazen bertaraf eder, sınırları genişletirdim. Onları sürerdim ve o mülkü talan ederdim.”
Bu cümleler Sadık Yalsızuçanlar’ın Ömer Hayyam’ın serüvenini anlattığı yeni romanından: “Şey”den.
Kitap, Yazarın tüm eserlerini yeniden yayımlayan Kapı Yayanları’nca yayınlandı.
Ömer Hayyam matematik, astronomi ve felsefe ile uğraşan bir şair idi.
İran’ın Nişabur şehrinde 1044 tarihinde dünyaya gelir. Al-Hayyam kelime olarak çadır yapan anlamındadır. Çadır muhtemelen Hayyam’ın babasının ticaret metaı idi. 11.asrın siyasi olayları Hayyam’ın hayatı üzerinde büyük bir rol oynar.

Selçuk Türkleri 11. asırda Mezopotamya, Suriye, Filistin ve İran’ın büyük bir kısmını topraklarına katarlar. Selçuk sultanı Tuğrul Bey kendisini Nişabur’un sultanı ilan ederek 1055 tarihinde Bağdat’a girer. Hayyam bu siyasi ortamda büyür.

Selçuklu hanedanının kurucusu Tuğrul Bey Isfahan’ı ülkesinin başkenti ilan ederek, Malik şah’ı da buraya vali tayin eder. Malik şah ile Hayyam’ın medrese arkadaşı olduğu söylenen vezir Nizam-ül Mülk Ömer Hayyam’ı astronomi sahasında çalışmalar yapması için Isfahan’a davet ederler. Bu dönemin istikrarı içinde Hayyam önemli araştırmalarda bulunur.
1092 yılının siyasi olayları Hayyam’ın huzurlu hayatını akamete uğratır. Malik Şah bu yılın kasım ayında vefat eder. Bir ay sonra Vezir Nizam-ül Mülk Isfahan’dan Bağdat’a giderken öldürülür.

Ömer Hayyam bilimsel başarıları ile ünlü olmasının yanı sıra edebi çalışmaları ile de şöhrete sahiptir. Hayyam’ın 200 ile 600 arasında Rubai yazmış olduğuna inanılır. Müslümanlar arasındaki genel anlayışa nazaran Ömer Hayyam’ın dili mistik mecazlarla yüklüdür ve onun şiirlerini sufi/batıni bir kavrayış içinde anlamaya çalışmak gerekir. Yöntem olarak, simgel bir dil kullanması görece özgür bir ortamın varlığına işaret eder. Bu zahiri dili bir tereddüde yer bırakmaksızın kullanabilmiştir. Ayrıca Ömer Hayyam’ın bir “arifler zümresi” ve İbn-ül Arabi’ye doğru gelen irfâni gelenek içinde yaşadığını düşünmek gerekir. Sûfi inanış ve pratiğin merkezinde yer alan ve birçok “Arifler” veya “Gnostikler” ile sürgit bir ilişki içinde olan olan Hayyam’ın şiirlerinde kullandığı aşk, şarap, dünya, zevk gibi dünyanın geçici yüzüne ait kavramlar simgesel bir fonksiyona sahiptir. Bunlar bütünüyle metaforlar olarak görülmelidir. Dünya ile bir alışverişi yoktu Hayyam’ın.
“Eğer ahiret yurduna götüreceğiniz bir ameliniz yoksa fani dünyada bıraktığınız eserlere de kıymet vermeyin”, der bir bilge.

Sadık Yalsızuçanlar’ın, adeta tükenmez yazı hayatının derinlerinde bu anlayıştan güç aldığı açık. Yazar “Sel Yayınları”ndan çıkmış öykü kitabı “Ayan Beyan” dan sonra yazdığı “Şey” romanıyla uhrevi olanı, sonsuz olanı esas alan verimli tarzı ile yoluna devam ediyor.
Yalsızuçanlar Hayyam’ın hikâyesini medrese arkadaşları olan Nizam-ül Mülk ve Hasan Sabbah’ın hayatları ile sıkı bir ilişki ekseninde anlatır. Farklı hayat tarzları. İkisi siyaset zemininde bir hayat benimserler. Hayyam bütünüyle ahireti amaç edinmiş bir kavrayışla bu zeminden uzak durur. Dünyaya götüren hiçbir şey son kertede sahih/otantik değildir. Hikâyenin havasından Hayyam’ın saray erkânına ve Hasan Sabbah’ın siyasi duruşuna hafif tebessümle baktığı ve siyaset ehlinin de Hayyam’ın duruşuna bir kıskançlık ve gizli bir öfke ile içerlediği anlaşılıyor. Hayyam ile Hasan Sabbah uzun seneler benzer kavrayışa, benzer güzellik anlayışına sahip olarak devam ederler. Sonra siyaset müdahale eder ve yollar ayrılır. Artık anlayışlar değişmiştir. Fakat temeldeki duruşlara rağmen haberler ve buluşmalar sürgit devam eder. Bu muhtemelen Hayyam’ın Sabbah’a olan sevgisinden ve onu “asıl sahih ve sonsuz olan” zemine yeniden kanalize edebileceği ihtimaline olan umudundan gelir. Hayyam sultanın, kendisinin siyasette aktif bir röl almasına ilişkin isteklerine itibar etmez. Zira Hayyam bu siyaset zemininin asli olana, sonsuz olana zarar vereceğinin şuuru ile yaşar. Buna karşın Hayyam’ın, Sultan ile Hasan Sabah arasındaki gerginlikle sürekli ilgili olduğunu görürüz. Bütün bunların yanında “Şey”in asıl zemini Hayyam’ın manevi hayatında yaşadığı seyr u süluk/manevi yolculuktur.

“Şey” baştan sona bir akarsu gibi gürül gürül akan şiir dolu çoşkun bir üsluba sahip. Öyle şiir dolu bir üslup ki metin okunduğunda insana uçmak hissini verir. Belki buna sûfilerin bir deyim olarak kullandıkları biçimiyle “sekr hali” demek daha doğru olur. İnsanı sarhoş eden, aklın ötelerine geçen bir hayat ve bu hayata yakışır, gönlün derinlerinden dile akan bir anlatım biçimi.